Tanışmamız İstanbul’un kalbi Beyoğlu’ndaki Galapera Sanat etkinliklerini düzenlediği 2014 yılına dayanıyor. Jale Sancak’ı ülkemizin yaşadığı kültürel değişimlere ayna tutan; katmanlı ve dokunaklı dil kurgusuyla kimi zaman gülümseten, kimi zaman hüzünlendiren kitaplarından tanıyoruz. “Aynadaki Yüzler”, “Bahçedeki Tuhaf Adam”, “Ansızın Gelen”, “Hayatın Bu Yakası”, “Aşkla Dayanmak”, “Surdibi’nde Çilingir Muhabbeti”, “Sürgün Melekler”, “Belki Yarın”, “Tanrı Kent”, derleme – antoloji türünde yazdığı kitaplar ve ödülle buluşan iki romana imza atan başarılı sanatçımızla beğeneceğinizi umduğumuz bir söyleşi yaptık.
Özlem GÜLDAĞ
1980’li yıllardan günümüze ulaşan yazarlık serüveninizi, edebiyat dünyasındaki yola çıkış noktanız ve duruşunuzu bizimle paylaşır mısınız ?
Tabii, aslında 70’li yılların başında verilen bir karardı başka neyle uğraşırsam uğraşayım yazarak yaşayacağım kararı. Öyle de oldu. Şiirle başladı yolculuk. Sonrasında radyo ve tiyatro oyunlarıyla devam etti. İlk öykü kitabım “Bu Gece Pera’da” , 1989 yılında Can Yayınları tarafından yayımlandı.
Öykü ile uzun yıllar boyunca kol kola yürüdük. En çok öyküyü sevdim. Roman da bu yolculuğa katıldı ve bugünlere geldik birlikte. Yazmak, yaşamak, yazıyla direnmek, iletişim kurmak, mutlu olmak iç içe geçti hep. Popülerlik pek umurumda olmadı diyebilirim. Moda olan, prim yapan şeylerden uzak durdum. Mesele edindiğim ne varsa onu yazdım. Eksiğiyle fazlasıyla anlatmak istediğim biçimde yazdım. Yaratıcılığı, özgünlüğü daima önemsedim. Böyle özetleyebilirim işte sorunuzu.
“Aşkla Dayanmak” adlı kitabınız 2001 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü, “Fırtına Takvimi” 2014”te Duygu Asena Roman Ödülü ve “Uyanan Güzel” romanınız 2018’de Attila İlhan Roman Ödülü’ne değer görüldü. Bu ödüller yazarlığınızı nasıl etkiledi?
Bilirsiniz asla bir ödülü hedeflemeden yazarız. Öncelikli olan sevdiğiniz bir şeyle uğraşarak yaşamak ve bir derdi illa ki söylemek, okurla da paylaşmaktır. Bununla birlikte yazdıklarımızın bir ödüle değer bulunması elbette kıvanç duyurur, güç verir.
Bir de tabii ödüller çoğu zaman bir yazarın okur tarafından tanınmasına, bilinmesine yol açar. Daha fazla okurla buluşabilmesine katkı sağlar. Elbette değerli bir şey bu. Öte yandan kırk yıldır yazıyorum, ne var ki daha fazla okura ödüller sonrasında ulaştım.
Öykülerinizde Beyoğlu atmosferine sık sık rastlıyoruz. Son öykü kitabınız Tanrı Kent’te neler oluyor, kimleri tanıyoruz?
Tanrı Kent öykülerine bugünkü İstanbul’un fotoğrafı denilebilir. Onsekiz öyküde birbirinden epeyce farklı hayatlar, hikâyeler, mekânlar yer alıyor. İstanbul’un varsıllarıyla yoksullarını, mutlularıyla mutsuzlarını, yerlileriyle yabancılarını tanıyor, ara sokaklarında, deniz kıyılarında, kuytularında ya da tarihi mekanlarında dolaşıyor, göğüne, denizine, martılarına bakıyor, kentlilerin hüznüyle, sevinciyle yolculuklar yapıyoruz. Megakentin her türlü halinin karakterler aracılığıyla öyküleşmesi diye de tanımlanabilir.
Koronavirüs dönemi sonrası edebiyatta ne yönde bir yaklaşım ve değişim bekliyorsunuz?
Büyük bir değişim olacağını sanmıyorum. Distopya zaten yazılıyor ama tabii rastlıyorum ara ara. Şimdiden pandemi öyküleri yazılmaya başlandı bile. Bunca açmaza düştüğümüz; ruhsal, bedensel ve ekonomik olarak olumsuz etkilendiğimiz bu kabus dönemi mutlaka edebiyata yansıyacak, öykü kitapları ve romanlar getirecektir.
Yazarlığın yanı sıra Galapera Kültür Sanat Derneği’ni kurarak 2008 yılından bugüne farklı sanat etkinlikleri, öykü ve roman yazma atölyeleri düzenliyorsunuz. Kadıköy’de Yengeç Sanatevi’ndeki atölyelerinize online bağlanan ve canlı olarak devam eden katılımcılarınız var. Eğitimci yönünüzden söz edelim… Öğretmen olmayı seviyor musunuz?
Uğraştığım, sevdiğim bir alanda rehberlik etmeyi, edebiyatın içinde var olmayı ve yazmayı seçenlerle birlikte yolculuklar yapmayı seviyorum. Paylaşım ve birlikte üretmek, bu çalışmalardan olumlu sonuçlar almak ise keyif duyuruyor. Geçen süreçte ben de pek çok şeyin farkına vardım, kavradım, bu da çok değerli bir kazanım. Ayrıca atölyeler birçok dost kazandırdı bana.
İzlediğiniz, okunmasını önereceğiniz yazarlar kimler?
Ah işte bu çok zor bir soru çünkü öyle çoklar ki. Gene de ilk aklıma gelen sevgili yazarlarımızı anayım: Özellikle öykü yazanlar için Sait Faik ve 1950 kuşağı, Onat Kutlar, Leyla Erbil, Nezihe Meriç, Ferit Edgü, Bilge Karasu… Dünya edebiyatından ise Cortazar, İngeborg Bachmann, Thomas Bernhard, Antonio Tabucchi, Saramago, Patrick Modiano’yu önerebilirim.
Sait Faik Abasıyanık’ın yazarlara ilham veren ‘Yazmasam deli olacaktım’ cümlesi size ne çağrıştırıyor?
Derdini söylemez, susar, paylaşmazsan, o derdi başkalarına da illa göstermezsen huzur bulamayacaksındır. Genelde şöyle sanılır: Sait Faik yazmasa, yazmayı sürdürmese deli olacaktır. Oysa o, dert edindiklerini, gördüğü sıkıntıları, haksızlıkları, acıları ve benzeri şeyleri yazmasa çıldıracaktır. Bunu ifade etmiştir. O sözünü çok severim ve pek çok yazar için de böyle olacağına inanırım.
Subidergi’ye zaman ayırdığınız için teşekkür ederim Jale Sancak.
Ben de teşekkür ederim.
0 Yorum